
Analog Yaşamak Üzerine: “Perfect Days”
76. Cannes film festivalinde Hirayama karakterine canlandıran Koji Yokusho’nun en iyi erkek oyuncu ödülünü almasıyla kendinden söz ettiren 2023 yapımı Perfect Days, halihazırda MUBI’de gösterimde. Ayrıca Wim Wenders’ın yönettiği bu film, Japonya’nın Oscar aday adayları arasındaydı. Japonya’nın başkenti Tokyo’da geçen filmde, tuvalet temizleyerek hayatını idame ettirmeye çalışan Hirayama karakterinin yaşamına tanık oluyoruz. Film kendi içinde çok fazla ve derin çatışma bulundurmuyor ki, aslında varmak istediği nokta da orası. Hirayama karakteri; şehrin kaosu içerisinde elindekilerin kıymetini bilen, az tüketen, rutinleri olan ve çağın bazı dayatmalarına karşı çıkan biri. Eğer kendi planladığı akış içerisinde bir farklılık olursa, bu genelde dışarıdan bir etkiyle oluyor. Örneğin, ansızın yeğeni çıkıp geliyor, iş arkadaşının bir talebi oluyor ya da bir anda tek başına çalışmak zorunda kalıyor. Kendi içinde psikolojik bir dengesizlik yaşamıyor. Her halükârda Hirayama, rutinlerini gerçekleşme noktasında disiplini hiç elden bırakmıyor.
Ana karakterin yaşamına merceğimizi biraz daha yaklaştıralım. Evinde televizyon yok, sabit telefon yok; kocaman bir kitaplık ve müzik kasetleri var. Bir odayı bitkilere ayırmış ve büyümeleri için özel bir ışığın altına yerleştirmiş, her gün belli saatlerde onları suluyor. En etkileyici nokta ise hiç alarm kurmaması ve her gün doğru saatte uyanabilmesi. Kaçımız alarm sesi duymadan hayatımızı geçirebilir? Sabah kalkıyor, otomattan kahvesini alıyor, Tokyo’nun etrafına dağılmış umumi tuvaletleri belirli bir sıralamayla temizliyor ve aynı öğle yemeğini hep aynı ağacın altında yiyor. Bu sırada da eski model fotoğraf makinesiyle de hep aynı noktadan, altında oturduğu ağacı ve gökyüzünü çekiyor. Bu noktada, “güneş ışınlarının ağaçlar arasındaki görüntüsü” anlamına gelen Japonca “Komorebi” kelimesini de hatırlayalım. Aslında Hirayama güzel bir gökyüzü fotoğrafı çekme merakının ötesinde daha manalı bir hedefin peşinde, olabildiğince güzel şekilde bu ışığı yakalamaya çalışıyor.
Mesaisi bitince de hamama, akşamları da açıldığından beri müdavimi olduğu bara ya da hep aynı restorana gidiyor. Hafta sonlarını da bisiklet sürerek, evi temizleyerek, çektiği fotoğrafları bastırarak ve çamaşırlarını yıkayarak geçiriyor. Böyle baktığımızda Hirayama’nın hayatı oldukça sıkıcı gelebilir ancak filmin en büyük başarısı bu basitliğin getirdiği hafiflik ve huzuru seyirciye hissettirmesi. Zen öğretisine oldukça yakın olan bu yaşantı, ana karakterin sahip olduklarından maksimum fayda alması üzerine kurulu. Bir üzüm tanesini önümüzde gördüğünüzde saniyeler içinde, hiç düşünmeden yeriz ancak Zen öğretisi böylesine hızlı tüketime karşı çıkar. Bu öğretiye göre önce onu elimize alırız, koklarız ağzımıza aldığınızda hemen yutmayız, yavaş çiğneriz ve bu şekilde bir üzüm tanesini tüketmemiz dakikalar alır. Bu sayede tüketecek yeni bir maddeye geçişimiz yavaşlar ve daha az tüketiriz. Filmde Hirayama da bu minimalist bakış açısını tutturmuş gibi görünüyor.
Film arada dışarıdan sürpriz olaylar olsa da derinlikli bir çatışma veya kaos hali karşısında Hirayama’nın nasıl tepki vereceğini göstermiyor. Dolayısıyla genellikle filmlerin sonlarına doğru olan “climax” noktası yok diyebiliriz. Bu noktada film biraz tekdüzeleştiriyor, Hirayama’nın kaotik bir an karşısında veya büyük bir çatışma içerisinde de böyle sakin ve huzurlu kalıp kalmayacağını görmek isterdik. Ana karakter en çok, iş arkadaşı ani bir şekilde istifa ettiğinde sıkışıyor, o da sadece bir gün. O gün tüm rutinleri bozuluyor, hatta işveren, şirkete buna sadece bir gün katlanacağını sert bir dille iletiyor. İşveren şirket ise Japon disiplinine uygun şekilde, ikinci gün anında bir yardımcı görevlendiriyor ve huzuru yakalama konusunda coğrafyanın getirdiği kaderin de etkisi olduğunu anlıyoruz.
Hirayama’ya dair diğer ilginç bir detay da oldukça yalnız bir hayatı seçmiş olması. Filmde herhangi bir ilişkisini görmüyoruz. Sadece müdavimi olduğu restoranın sahibi olan bir kadınla heyecanlı bir diyalog içine giriyor, onu da aslında bir ilişki bağlamında değil, diyalogun içeriği bakımından değerlendirmek daha doğru olabilir. Bu diyaloğun müziğe dair bir sohbet olması, muhtemelen Hirayama’nın ilgisini çekiyor ve karakterin konuştuğu nadir bir ana tanık oluyoruz. Daha sonra ansızın yeğeni çıkıp geliyor ve ardından da uzun zamandır görmediği zengin kız kardeşiyle yüzleşiyor. Anlıyoruz ki, ana karakterin hayatının önceki evrenlerinde onu bu şekilde yaşamaya iten yaşanmışlıkları var. Hemen bu noktada Hirayama’nın gördüğü rüyalara da değinmek gerek. Bu rüyalar film boyunca, siyah beyaz şekilde, o gün yaşadıklarıyla veya başka anılarla karışıyor. Tüm bunların ne anlama geldiği pek net değil ama Hirayama’nın geçmişte acılar çekmiş ve ağır bedeller ödemiş olması çok olası. Dolayısıyla onu bu şekilde yaşamaya hayat sürüklememiş, tamamen kendi seçmiş gibi görünüyor. Sıkı disiplinle uyguladığı rutinleri aslında onun için bir kalkan, zira rutinlerini aksatmaya başlayınca gerildiğini iş arkadaşının ayrıldığı sahnede anlıyoruz.
Sonuç olarak “Perfect Days”, sözcükler dahil olmak üzere az tüketmenin, basit yaşamanın ve sade olmanın hikmetini gelişmiş, şehirleşmiş Japonya toplumundaki alt sınıf bir tuvalet temizleyici üzerinden başarılı şekilde anlatıyor. Her ne kadar Hirayama, film boyunca sakin ve öngörülebilir bir ortamda yaşasa da gösteri toplumunda yönünü kaybetmiş ve varoluş sorunları çeken insanlara ulaşmayı başarıyor.