
Lanthimos’un Sürreal “Ucuz Roman”ı: Kinds of Kindness
Yorgos Lanthimos, sıra dışı ve alaycı bir bakış açısıyla insan ilişkilerini ve toplumsal normları, kara mizah ve absürt öğelerle örülü filmleriyle sorgulamaya devam ediyor. Yönetmenin 165 dakikalık son filmi “Kinds of Kindness”da taşıdığı soğuk ve minimalist estetiğiyle insan doğasının karanlık ve ironik yönlerini ele alan üç hikâye işleniyor. Yönetmenin diğer filmlerinde olduğu gibi, bu filmde de karakterler arasındaki ilişkilerdeki tuhaflıklar ve içten içe bir gerilim ön planda.
Hollywood’a yaptığı son iki film The Favourite (2018) ve Akademi ödüllü Poor Things (2023)’te Tony McNamara ile çalışan yönetmen, ilk kez kurmaca mekânı olarak Amerika’da geçen bu filminde, yeniden ilk dönemindeki ortağı Efthimis Filippou ile iş birliği yapmış. Babaları tarafından duygusal esaret altında tutulan üç yetişkin çocuğu konu alan Dogtooth (2009), müşterilerine yas tutma sürecinde yardımcı olmak için yakın zamanda ölmüş kişilerin kimliğine bürünen bir iş yerinde geçen Alps (2011), bekar olmanın ölüm anlamına geldiği bir toplumu konu alan The Lobster (2015) ve bir aileyi parçalamak için büyü kullanan bir genci konu alan mitolojik The Killing of a Sacred Deer (2017) filmlerini birlikte yazan ikili, “The Killing of a Sacred Deer”ı tamamladıktan kısa bir süre sonra “Kinds of Kindness” üzerinde çalışmaya başlamışlar. Eğer yönetmeni “Poor Things” ile tanıdıysanız “Kind of Kindness”ın sizi şaşırtacağını söylemeliyiz.
Filmin çıkış noktası olarak güç ilişkilerini hedef alan yönetmen, A. Frame’e verdiği röportajda, Albert Camus’nün zalim bir Roma İmparatoru hakkındaki oyunu “Caligula”yı yeniden okuduğunu belirtip devam etmiş: “Bir kişinin diğer insanlar üzerinde bu kadar güce sahip olmasını ve bunun çağdaş bir dünyada ve daha bire bir türde bir ilişkiye nasıl tercüme edileceğini düşünüyordum. Bu, üç hikâyeden ilkine başlamamızı sağladı ve sonra biçim konusunda da farklı bir şeyler yapmak istediğimizi hissettik.”
Emma Stone, Jesse Plemons, Willem Dafoe, Margaret Qualley, Joe Alwyn, Hong Chau ve Mamoudou Athie; her üç hikâyede de yer alıyor ve her seferinde farklı karakterleri canlandırıyor. Her üç öyküyü gevşekçe birbirine bağlayan kişi ise hiç konuştuğunu duymadığımız (yönetmenin yakın arkadaşı Yorgos Sefanakos’un canlandırdığı) R.M.F.adlı karakter. Öykülerin “Ucuz Roman”vari şekilde içe içe geçmesi yerine epizodik anlatımı tercih eden yönetmen bu kararının nedeni olarak aynı oyuncuların farklı karakterleri oynaması fikrini öne sürüyor. Bu fikrin ve “R.M.F.’nin Ölümü”, “R.M.F. Uçuyor” ve “R.M.F. Sandviç Yer” adlı üç öyküden oluşan epizodik yapının bütün olarak filme güçlü Brechtyen bir yabancılaşma kattığını söyleyebiliriz.
Film, Searchlight logosunun üzerinde çalan “bazı insanlar istismar edilmek ister” sözlerine sahip (fragmanda da duyduğumuz) “Sweet Dreams” şarkısıyla açılıyor. Günümüz New Orleans’ında geçen üç öykü ise kısaca şöyle; ilkinde bir ofis çalışanının patronunun kendisine uyguladığı gizli zorbalığa karşı isyan etmesi, ikincisinde bir polis memurunun deniz biyoloğu olan eşinin aylar sonra ıssız bir adada mahsur kaldıktan sonra eve dönmesinden rahatsız oluşu ve onun yerine bir kopyanın geçtiğinden şüphelenmesi, sonuncusunda ise iki tarikat üyesinin ölüleri diriltme gücüne sahip olduğuna inanılan genç bir kadını araması işleniyor.
Üç öyküde de ortak noktaların; kontrol, kurumsal ya da ikili ilişkilerde iktidar ve istismar, kader karşısında özgür irade çatışması ve kendini feda etme olduğu söylenebilir. Öykülere daha yakından bakacak olursak ortak tema ve motifleri anlayabiliriz.
(Yazının bundan sonrası filmi izlemediyseniz seyir zevkinizi bozabilir. Filmi izledikten sonra okumak isteyebilirsiniz.)
İlk bölümde, mutlu bir evliliği olan Robert Fletcher (Jesse Plemons), hayatının her adımının Robert’a ne yapması, ne yemesi, ne içmesi vb. konularda ayrıntılı günlük talimatlar veren cana yakın ve nazik (!) işadamı olan Raymond (Willem Dafoe) tarafından dikte edildiği bir dünyada yaşamaktadır.
Görevler arasında, belirlenen bir saatte cipini karşıdan gelen bir araca çarpması vardır. Bunu yaptıktan sonra Raymond ona arabaya yeterince sert çarpmadığını ve bunu tekrar yapması gerektiğini söyler. Robert daha sert çarpmanın diğer sürücüyü (R.M.F.) öldürebileceğini söyleyip itiraz ettiğinde Raymond, diğer sürücünün de ölüme hazır olduğunu söyler ve emrinin yerine getirilmesini ister. Robert ise reddeder ve aniden, eşi (Hong Chau) da dahil olmak üzere, hayatındaki her şey elinden alınmaya başlar. Raymond, şüphesiz ki Tanrı konumundadır. Robert’ın tüm hayatına o karar vermiştir ve şimdi (William Cowper’ın şiirinde geçtiği gibi) “Tanrı gizemli bir yöntemle hareket ettiği” için bir adamı öldürmesini istemektedir. Bir özgür iradesi olduğuna inanan Robert, trajik bir kahramana özenerek Tanrı’ya önce karşı gelir. Ancak eşi, kariyeri ve maddi varlığı elinden alınmaya başladıkça ve yerini başka birinin (Emma Stone) almaya başladığını gördükçe R.M.F.’yi, ayinsel bir şekilde, öldürür. Kendini Tanrısına adamış Robert, kaderine razı olur ve bir anlamda kendini feda eder. Son karede Raymond’ı, genç ve güzel eşi (Margaret Qualley) ve Robert’ı kutsal üçlemeyi temsilen bir arada, huzurlu bir şekilde görürüz.
İkinci öyküde Daniel (Plemons) adlı bir polis memuru odağımızdadır. Deniz biyoloğu eşi Liz (Stone) bir keşif gezisinde kaybolmuştur. Liz bir gün geri döner ve uzun bir süre bir adada mahsur kaldığını söyler. Daniel eşinin sıradan, günlük davranışlarında değişiklikler fark eder. Örneğin, eskiden çikolatadan pek hoşlanmayan Liz, koca bir çikolatalı pasta yer ya da cinsel olarak daha isteklidir. Daniel onun gerçek Liz olmadığını ve bir kopya olduğunu düşünmeye başlar. Liz’in yaptığı yemekleri yemeyen Daniel ondan parmağını kesip pişirmesini ister. Liz dediğini yapar ancak Daniel bu sefer ciğerini pişirmesini ister. Liz kendini feda etmek pahasına ciğerini bedeninden ayırmaya çalışırken ölür ve tam öldüğü sırada kapıdan gerçek Liz’in (?) girdiğini görürüz. Liz’in Daniel uğruna yeniden doğması için ikizinin ölmesi gerekiyordur. Liz’in ciğerinin üzerindeki yaranın izini ise insanlık için kendini feda eden İsa’nın beş kutsal yarasından birine ya da İsa arketipi olarak Prometheus’un lanetlenen bedeninin yarasına kadar götürebiliriz. Son karede ise içlerinden biri ölü olsa da, üçü de huzurludur.
Ek olarak öykünün bir yerinde Liz, insanlarla köpeklerin yer değiştirdiği bir toplumu gördüğü bir rüyadan söz eder. Bu, iktidara itaat ve sorgulamadan kendini adamakla ilgili bir yer değiştirme olarak okunabilir. Bölüm böyle bir dünyanın seyirciye gösterildiği kısa, komik bir montaj sekans ile biter.
Üçüncü ve en uzun öyküde ise bedensel saflığı aşırı şekillerde savunan bir tarikatı tanırız. Tarikat üyeleri Emily (Stone) ve Andrew (Plemons), kendilerini istismar eden liderleri Aka (Hong Chau) ve Omi’yi (Dafoe) müthiş bir sadakatle takip etmektedir. Emily ve Andrew (aynı İsa’nın Lazarus’a yaptığı gibi) insanları ölümden geri getirme yeteneğine sahip bir kadını bulmaya çalışırken, aynı zamanda tarikatlarının uygulamalarını da takip etmeye çalışırlar. Emily, eski kocası (Joe Alwyn) tarafından tacize uğrar ve anında kirli olarak görülüp tarikatı tarafından dışlanır. Emily, hem kendini arındırmak için hem de ölüleri hayata geri döndürebilecek kadını bulmak için çabalar. Arayışı, ikizlerin (Qualley) ortaya çıkmasıyla sona erer. Ancak, ikizlerden birinin ölü olması şartıyla diğerine yeniden doğma ve ölüleri canlandırma yeteneği bahşedilmiştir. Bir ikiz, diğeri için kendini feda eder. Öykü, üçüncü bölümün komik bir yabancılaştırma öğesi olan Emily’nin çok hızlı kullandığı havalı, mor Amerikan arabasının kanlı kazasıyla ironik bir biçimde sona erer.
Filmde gördüğümüz beyin yıkama, kendini feda etme, sakatlama, cinayet, tecavüz, organ kesme gibi şiddet eylemleri kulağa komedi malzemesi gibi gelmiyor ama ilk kez Amerika coğrafyasında gezinen Lanthimos sineması bu anlarda Tarantinovari bir etki yaratıyor. Bu etki, oyuncuların yanı sıra simetrik geniş açılar ve çok yakın ölçek çekimler arasında gidip gelen ve soluk, tedirgin edici görüntüler yaratan görüntü yönetmeni Robbie Ryan ve Jerskin Fendrix’in uyumsuz piyanosu ve Gregoryen koro müziği ile destekleniyor.
Peki neden “İyilik, nezaket öyküleri”? Bu soruya bir cevap şu olabilir, Cartel’in bir şarkında dediği gibi, “bu zamanın katilleri gülerek gelir.” Öykülerdeki iktidar sahipleri istismarcı olurken aynı zamanda son derece nazik hatta güler yüzlüler. İlk öyküdeki ‘Tanrı’ Raymond, ikinci öyküdeki Daniel ve son öyküdeki tarikat lideri çift. Bu da “Kinds of Kindness”ı, başlangıcındaki “Sweet Dreams”den filmin sonunda sırf üçüncü bölümün adına uysun diye R.M.F.’yi sandviç yerken görmemize kadar baştan ayağa ironik ve absürt bu filme uygun bir başlık yapıyor. Modern hayatın ve oradan yola çıkarak var oluşun saçmalığını ortaya koyan Yorgos Lanthimos’un mutsuz film evrenine tezat olan başarılı kariyeri ve imajı onu başlı başına ironik bir karakter kılıyor. Biz izleyicilere ise, eğer istersek, baştan bu ironiyi kabul ederek onun filmlerinden haz almak kalıyor.